Tek Parti başbakanlarından Dr. Refik Saydam'a atfedilen "Devlet idaresi A'dan Z'ye bozuktur" ifadesi toplumsal sorunlarımızın yapısal karakter taşıdığını dile getiren tespitlerin en ilginçlerinden birisidir. Bu saptama söz konusu meselelerin "mevzuattaki yanlışlıklar" ve uygulama hataları olmaktan oldukça uzak olduğunu dile getirmektedir.
Çok partili hayata geçiş sonrasında Matbuat, Cemiyetler, Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunları benzeri "antidemokratik" yasalarda değişiklik yapılması ile başlatılan bir sürecin üzerinden uzun yıllar geçmesine karşın tamamlanamaması bu görüşü desteklemektedir.
Sorun yapısaldır
1948-1950 döneminde TBMM'nin temel uğraşı haline gelen "mevzuattaki antidemokratik hükümlerin ayıklanması" faaliyeti ile daha sonraki yıllarda "reform" ve son dönemde birbirinin peşi sıra çıkarılan "demokratikleşme" paketleri önemli değişikliklere ve olumlu dönüşümlere yol açmakla birlikte sorunun niteliğini de sorgulamamıza neden olmaktadır.
Demokratikleşmenin sürekli biçimde ileriye giden "lineer" bir çizgi olmadığı, Charles Tilly'nin değişik örnekler üzerinden açıkladığı gibi "ileri-geri" adımlarla şekillenen bir süreç karakteri taşıdığı gerçeğini göz ardı etmeden soracağımız bir soru önemli bir tartışmayı başlatabilir.
Bu soru, ilk meclisini 1877'de toplamış, çok partili yaşam girişimini 1908'de başlatmış, 1946'dan beri ise tüm müdahalelere karşın sınırlı bir demokrasi rejimini işletmeye çalışmış bir toplumun neden 2013 yılında hâlâ paket paket demokratikleştirici düzenlemelere ve torba torba kanunlara ihtiyaç duymakta olduğudur.
Bu paketlerin açılmasının fazlasıyla yararlı olduğu ve bilhassa son yıllarda gerçekleştirilen dönüşümlerin dokunulamaz oldukları düşünülen tabuları hedef alma cesaretini de gösterdiği doğrudur. Yeni paketlerin açılmasını sağlayan dinamiğin motor gücünün Tanzimat döneminden beri görülen "dış baskı" değil aşağıdan yukarıya iletilen toplumsal talepler olmasının önemi de şüphesiz gözardı edilemez. Bu dinamik sürecin devam edeceğinin belirtilmesi de sevindiricidir.
Ancak bu fevkalâde olumlu gelişmeler, Türkiye'nin bu alanda yirminci yüzyılın son çeyreğinde yaşanan Üçüncü Dalga ile demokratikleşme adımları atan toplumların çoğundan geride olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Dolayısıyla sorunun niteliği onun tedricî "demokratikleşme" hamleleri ile çözülebilmesini imkânsız kalmaktadır. Bir benzetme yapmak gerekirse "demokratikleşme" girişimleri âdeta bir gaz odasına sokularak nefes almasına izin verilmeyen topluma bağlanan oksijen borusu hizmetini görmektedir. Yeni borularla verilen oksijen miktarının artırılması nefes almayı kolaylaştırmakla birlikte toplumun gaz odasından açık havaya çıkarılması benzeri bir çözüm sunmamaktadır.
İlk düğme yanlış iliklenmiştir
Türkiye'nin bu alandaki temel sorunu resmî ideolojisiyle "demokrasi"nin bağdaştırılmasının mümkün olmamasıdır. Bu bağdaştırmanın zorlama ile sağlanmaya çalışılması ve bunun çok anlamlı bir sentez olduğunun logokratik bir söylem olarak tekrar ettirtilmesi kavram kargaşası yaratarak sorunu daha da çetrefilleştirmektedir.
İki savaş arası dönemin otoriter siyaset yaklaşımına uyarlanan asır sonu düşüncelerinin ürünü olan, son tahlilde bir baskıcı toplum mühendisliği projesi karakteri taşıyan, daha sonra da kurucu lider kültüyle tahkim edilerek "cumhuriyetçilik" kavramsallaştırması aracılığıyla "demokrasi"nin karşı tezi haline getirilen bu ideoloji, üzerinde ne denli değişiklik yapılırsa yapılsın "demokrasi" ile bağdaştırılamaz.
Bu nedenle genellikle savunulanın tersine "demokratikleşme" benzeri bir hedefi bulunmayan, temsili anlamsız bulan ve temel hedefi "aydınlatarak dönüştürme" olan bir ideokrasi altmış yılı aşkın süredir yapılan "ayıklamalara," gerçekleştirilen "reformlara" ve açılan "demokratikleşme paketlerine" karşın "demokrasi"ye dönüştürülememiştir. Ne yapılırsa yapılsın dönüştürülmesi de mümkün değildir.
Türkiye pek çok ülkede yapıldığı gibi değişen dünyanın gerekli kıldığı demokratikleşme adımlarını atarak ve yeni özgürlük alanları açarak sorunlarını çözemez. (Burada söylenilmeye çalışılan Türkiye örneğinde bu adımların gereksiz değil yetersiz olduklarıdır). Çünkü sorun yapısal bir kan uyuşmazlığıdır. Bir benzetme yapacak olursak Türkiye yeleğin ilk düğmesini yanlış ilikledikten sonra bunu diğer düğmelerle oynayarak düzeltmeye çalışan bir insana benzemektedir.
Zikrettiğimiz bağdaştırma gayretleri demokrasi tecrübesi oldukça gerilere giden bir toplumun özel mülkiyet konusu kurban derisinin kime verileceğinden doğacak çocuğa hangi isimlerin konabileceğine ulaşan genişlikteki bir alandaki müdahalelere, altı yaşında çocukların her sabah "varlıklarını" soyut ve bir kolektif varlığa "armağan" etmeleri türünden ritüellere 2013 yılına kadar katlanması sonucunu doğurmuştur.
Son demokratikleşme paketi ve yasal değişiklikler ile bu alanda olumlu değişimler gerçekleştirilmiş, zikredilen müdahalelerin bir bölümü önlenmiştir. Bu son derece memnuniyet vericidir. Ancak toplumsal hayatın "A'dan Z'ye" her alanında gerçekleştirilen ideolojik müdahaleler yapısal bir değişikliği gerekli kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle Türkiye'nin ilk düğmeyi yeniden iliklemesi zorunludur.
Yeni anayasanın önemi
İlk düğmeyi doğru ilikleme ise ancak resmî ideolojinin yapısal düzeyde sorgulanması ve onun zihniyet zincirlerinden kurtulmuş yeni bir toplumsal sözleşmenin yaratılması ile mümkün olabilir. Bu gerçekleştirilirken resmî ideolojinin demokrasi ile bağdaştırılmasının mümkün olmadığı gözönüne alınarak zorlamalardan kaçınılmalıdır.
Uzun süre ideokratik ve logokratik söylemlerin tekrarlattırıldığı, devletin toplumsal hayatın her alanına yaptığı müdahalelerin doğallık kazandığı, anormalliğin "normallik" statüsü kazandığı bir toplumda bunun ne denli zor olduğu ortadadır. Ancak sorunun yapısal olduğunun görülerek onun bu seviyede çözülmesi gerekmektedir. Aksi durumda Türkiye "yetmez ama evet" yorumuyla açılacak yeni paketlere karşılık neden hâlâ "demokrasi" liginin alt sıralarında yer aldığını tartışmak zorunda kalacaktır.
Bu açıdan bakıldığında resmî ideoloji ürünü tabulardan arındırılmış, "kendine özgülük"ü bir kenara bırakarak evrensel değerlere dayanan, "devlet" değil "birey" merkezli bir toplumsal sözleşme hazırlanmasının önemi daha da belirgin hale gelmektedir. Böylesi bir sözleşme Türkiye'nin açık havaya çıkarılarak nefes almasını sağlayacaktır. Bu alanda "güneşi batırmanın" vebâlinin ne denli ağır olacağı ise ortadadır.